Sevgili Blog,
Bu haftasonu çok mükemmel geçti.
Cumartesi günü İstanbul'un Anadolu Yakası'ndan eşsiz Boğaz manzarasını seyrettikten sonra ufaktan ufaktan kalp çarpıntıları ile, Pazar günü tarihi kahramanların ruhlarının ensemde nefesini her daim hissettiğim Sultanahmet'e gittik.
Pazar günü gezisinin amacı elbetteki fotoğraf makinesini tanımak idi ve bu konuda üstat Selim'in yardımlarını kesinlikle gözardı edemeyiz, kendisine en güzel teşekkürlerimi iletirim. Tam bir hoca edası ile adım adım işledi fotoğraf sanatını beynime doğrusu.
Ha şimdi diyeceksinki sevgili blog, işledi de bu uyduruktan fotoğraflar mı çıktı yani?
Haklısın ama dur, bir dur, önce beni dinle.
Bu fotoğrafların hepsi bir çalışma ve deneme.
Tek tek sana da anlatayım.
Ama biliyorsun sen bir anı blogusun, o yüzden bugüne dair her anımı saklamak zorundasın, sıkılmadan dinle.
Sabah saat 10:30'da uyandıktan sonra bir önceki günün aşırı yorgunluğunu üzerimden atmış bir şekilde kahvaltımı yapıp düştüm sokaklara dinç dinç.
Selim Üstat ile Eminönü İskelesi'nde buluştuktan sonra bol bol fotoğraf odaklı sohbetin ardından tarihi topraklara adım attık.
İlk hedef Gülhane tabiki.
Gülhane'ye bir çocukken, bir de haliyle (Beyazıtta okuyan biri olarak) üniversitede gitmiştim. Çocukluğumdaki ziyaretime dair aklımda kalan kaplana ve ayılara varana kadar çok hayvan gördüğüm idi ancak bildiğiniz gibi Gülhane Parkı'nda artık hayvanat bahçesi yok (insan geçinen ayıları saymazsak tabi ama inanır mısınız envai çeşidini bulabilirsiniz, adam Aşık Veysel heykelini kucaklayarak arkadaşına poz veriyor cep telefonundan, hey Allahım Ya, tamam biz de Sait Faik heykeline sarıldık ama o başka idi canım :) ).
İlk çalışmamız yukarda görmüş olduğunuz gibi macro fotoğraf çekimi. Öhöömm...
Benim en sevdiğim ve en uzmanlaşmak istediğim tarz, ancak yukarda görmüş olduğunuz sarı gül bir 5-6 çekimden sonra elde edildi. Arkadaki flu havayı vermek için biraz uğraşmamız gerekti. İlerdeki bekçilerin bizlere bakan uzaylı bakışları da benim uyanık ve keskin bakışlarımdan da kaçmadı tabi.
Birkaç deneme çekiminden sonra Gülhane Parkı'nın çkışında gördüm tavşanları, Allah'tan içimdeki fotoğraf aşkı ağır bastı da kucağıma alıp mıncıklamalarımdam kurtuldular. Fotoğrafını çektik çekmesine de bir araba dolusu laf yedik.
- Beleş traşa soonnnn! diye bağrıyordu sahibi biz ufaktan kaçarken..
Yok artık daha neler. :)
İşte doğru enstantene değerleri ile gördüğünüz gibi akan su damlacıklarını tane tane fotoğraflayabildik. Bir de ışık ayarı yaptık mı tamaaammm...
Sultanahmet Meydanı'nda birkaç deneme daha yaparken bu üç minareyi arka arkaya sıralamayı denedik de elektirk direğinden kurtulamadığımı görüyorum yine. O kadar da kadraja sokmamak için şekilden şekile girdik, bir yere uzanmadığım kaldı ama uçtan girmiş yine (bakınız sağ üst köşe)
Zaman akıp giderken haliyle karnımızın zilleri çalmaya başlar biz de bu kadar Sultanahmet'e gelmişiz, bir Sultanahmet Köftecisi yapalım dedik, koyulduk yola lakin ne mümkün? Bir sıra bir sıra sorma gitsin. Biz de çakma bir Sultanahmet Köftecisi bulduk ama gayet güzeldi köfteleri. Hımmm...
Yemeğimizi yedikten ve Özsüt'te tatlıları mideye indirdikten sonra (ayıptır söylemesi yada pardon ayıptır yazması olacak) Ayasoyfa Müzesi'ni gezmeye kadar verdik. Düştük yola.
Başlangıçta bir kilise olarak Bizans İmparatoru 1. Jüstinyen tarafından M.S. 532- 537 arasında inşa edilen, Osmanlı döneminde camiye çevrilen bir eser Ayasofya Müzesi. Ayasofya Yunanca'da "Kutsal Bilgelik" anlamına geliyormuş ve bu kilisenin yapımı 6 yılda tamamlanmış. Ayrıca dünyanın yüzölçümü bakımından 4. büyük katedrali imiş. (Uff çok kültürlüyüm, valla wikipedia'dan bakmadım :) )
1935 yılında Atatürk'ün emri ile müze olarak kullanılmaya başlanmış.
Müzenin içerisine girdiğinizde tüyleriniz ürperiyor. O kadar devasa bir yapı ki Selim'in anlattığına bakılırsa kubbesi desteksiz duran - her ne kadar son yıllarda depreme önlem olarak kubbesine destek yapılmış olsa da - nadir kiliselerden biri imiş. Gerçekten baktığınız zaman desteksiz bir şekilde o kubbe nasıl duruyor diye şaşırıyorsunuz.
Tarihi yerleri gezerken birtakım hislere kapılırım. Sanki böyle Bizans İmparatoru'nun yada ne bileyim Osman Padişahlarının ruhları böyle aramızda geziniyormuş da bizler onları görmüyormuşuz gibi hissederim ve ürperirim. Bugün de bunu çok hissettim. Özellikle 2. kata çıkarken dar bir koridor kullanıyorsunuz, o dar koridorda gözümde böyle ruhlar canlandı. Çok etkileyici...(deli miyim acaba?)
Bu mozaikleri hatırlıyorum. Üniversite birinci sınıfta gittiğimizde anlatmışlardı. Burda görülen o eksik mozaikler talan edilmiş, bir kısmı da depremlerde dökülmüş. :( Çok yazık. Çocuklarımız da görmeli bunları :(


Bir mozaik daha ancak burada ışık seçimini filan ayarlayamadık, hem aşırı kalabalık idi çevre hem de yorgunluğun doruklarında idik. Yine de yaptık bir çekim. Maksat deneme olsun ama pek de başarılı olduğunu söyleyemem.
Ayasofya içerisinde gayet ciddi ciddi çekim denemeleri yaparken koskoca müzenin içerisinde bir güvercin benim canım makineme pislemesin mi? Hayır kafama yap ama makineme yapma kardeşim :) Kafama yapsan şanslıyım derim hiç değilse.
Ayasofya içerisinde gayet ciddi ciddi çekim denemeleri yaparken koskoca müzenin içerisinde bir güvercin benim canım makineme pislemesin mi? Hayır kafama yap ama makineme yapma kardeşim :) Kafama yapsan şanslıyım derim hiç değilse.
Bir uğur mu yoksa Tanrı'nın bir işareti mi bilemedim ama kafamı bir kaldırdım ki avizenin üzerinde bir kuş, poposu tam kafamın üzerinde, olası bir rezilliği önlemek adına yan tarafa geçtik geçmesine de makinenin objektifini temizlemek bizi biraz güldürdü. Daha ilk geziye çıkışı makinemin :(
İşte o kadın...

Ay caaaanımmm...
Ayasofyanın tadını iyice bir çıkarıp da o bahsettiğim dar koridordan inerken ilk kata, koridorun çıkışında rastladım bu kadına. O kadar güzel otantik bir kıyafeti vardı ki ( bir de alnında o Hintli dövmesi vardı) "seni kaçırmamam lazım" dedim. Kadın, kendi çocukları olduğunu düşündüğüm iki çocuğunu fotosuna çekerken ben de gizlice onun fotosunu çekmeye çalıştım ancak ne mümkün. Makina kalmış saçmasapan bir modda. E işimiz de acele, ürkütmemek lazım kadını, yok olmuyor.
Selim'e dedim, b"en konuşacağım bu kadınla".
Bizim Selim pek razı değil. Terslemesinden korkuyor sanırım ama kadında pek tersleme kapasitesi yok bence. Tam vazgeçtim, kapıya yönelmiştimki bir baktım karşıdan bana doğru geliyor... Amaaaannn ne kızacak canım dedim ve kadının gözüne soka soka çektim fotosunu ama cık olmuyor lanet olasıca makina :( Portre çekim zor derlerdi de inanmazdım. E kadın da tip tip ama çok ta sempatik bir şekilde bana baktı. Sırıttım :)
Hay aksi derken, Selim de renkten renge girmişken tam vazgeçmiştimki bir kez daha, sokakta müze çıkışında yakaladım, aydınlıkta çektim ama yok yok yok. Bu sefer de arkada bir sürü insan. Yok, çekeceğim ben seni, kaçamazsın.
Birden cesaretimi topladım ve yanına gittim, o da bana bakıyordu zaten :) İçinden "deli galiba" demiş olabilir :)
İngilizce bilip bilmediğini sordum.
Biliyormuş.
Söyledim, çok otantik olduğunu ve onu fotoğraflamak istediğimi. Tam kafama terlik bekliyordum ki gülümsedi ve hemen en güzel poz verilecek bir yere geçmesin mi :)
Ben şaşkın kaldım, "aaaa razı oldu" diye kısa bir şok geçirirken modelime doğru yöneldim, uzaklardan Selim Hoca'nın sesi "zooommm yap zooom yap" Ha ha ha ha haaa...
Önce şöyle kıyafetleri ile çektim. Sonra baktım mal mal objektife bakıyor.
Seslendim;
- Bana bakma lütfen".
Ay caaaanımmm...
Hemen razı oldu.
Hemen yüzünü yana çevirdi.
Hemen yüzünü yana çevirdi.
Ne şekerrr....
Binlerce teşekkür ettim tam ayrılıyordum ki bana seslendi ve dedi ki;
- Biliyorum, bir kaç kere daha fotomu çekmeye çalıştın sen değil mi?
- Evet birkaç kez denedim ama beceremedim dedim :)
İşte bu yaaa...
Zaten insanlarla sohbet etmeye özellikle başka toprakların insanları ile sohbet etmeye bayılan biri olarak ilk Hintli maceramı da yaşamış oldum. :) Ama birkaç kez da dayak tehlikesi geçirebilirim, herkes razı olmaz fotosunun çekilmesine. Olsun, biz de sempatikliğimizle sıyrılırız canım.
İşte böyle.
İşte böyle.
Bizim Hintli'nin yanından ayrılıp da Selim Usta'nın yanına gelince ilk sorduğu şey;
- Zoom yaptın değil mi?
Ohooooo Selim sen bizi ne sandın ya... :)
Ayrıca ben kıyafeti de çıksın istedim.
İlk portre denemem budur işte.
Çok başarılı değil belki ama olsun o da olur inşallah :)
Bir gezimizin ve anımızın daha sonuna gelirken şu an saat 22:30. Yüzüm kıpkırmızı olmuş, ateşim var, annem beni yoğun bakıma aldı, vitamin bombardımanına tuttu, odaya girip çıkıp kontrol ediyor :)
Evet belki ateşim çıktı, belki de güneş çarptı ama içimdeki mutluluğu kaç kez daha yaşarım ki? Bir hobime bu kadar vakit ayırabilmiş olmanın dayanılmaz zevki içerisinde lanet bir Pazartesi sabahına doğru yol almaktayım ağır ağır...